
Tek Olan’dan Çoğul İnançlara: İnsanlık Neden Farklı Dinlere Yöneldi?
Teklikten Çokluğa: Parçalanmış Gibi Görünen Birlik
“Başlangıçta yalnızca Bir vardı.”
Bu ifade, hem Upanişad metinlerinde, hem Tao Te Ching’de, hem de sufilerin “Vahdet-i Vücûd” anlayışında yankı bulur. İnsanlık, özünde her zaman birliğin bilgisini taşımıştır. Ancak bu bilginin dünya düzlemine yansıması, tıpkı beyaz ışığın bir prizmaya çarpıp renklere ayrılması gibi çeşitlenmiştir.
Peki neden?
Cevap, insan bilincinin evrimsel seyriyle, kolektif ruhsal gelişimiyle ve varoluşun oyunuyla ilgilidir. Tek olan, kendini tanımak için çoklukta görünmek istemiştir. Bu, mistiklerin “Tanrı kendini bilmek istedi” dediği yoldur. İnsanlar da bu büyük oyunun içinde kendi bakış açılarına, kendi algı seviyelerine ve kendi toplumsal koşullarına göre, O “Tek” hakikati farklı şekillerde yorumlamışlardır. Dinler, bu yorumların sembolik çevirisidir.
İnanç Sistemlerinin Arketipsel Kökeni
Carl Jung, tüm insanların ortak bir bilinçdışı alan paylaştığını savunur. Bu kolektif bilinçdışında “arketipler” yer alır: anne, baba, kahraman, tanrı, kaos, kurtarıcı gibi evrensel imgeler…
Farklı dinler, bu arketipsel imgelerin kültürel tezahürleridir. Her toplum, tarihsel ve sosyolojik yapısına göre bu imgeleri kendi inanç sistemine dönüştürür. Örneğin, Hindistan’da reenkarnasyon inancı güçlüdür; İslam’da ise hesap günü ön plandadır.
Ancak her iki anlayış da ortak bir ihtiyaca dayanır: Bu yaşamın ötesinde bir düzen arayışı…
İnsanlar farklı dinlere, anlam arayışı nedeniyle yönelir. Bilinmeyeni kavramak, korkularla başa çıkmak ve evrensel bir güçle bağ kurmak için bu sistemleri geliştiririz. Dinler, insan zihninin içsel ihtiyaçlarına verdiği kadim yanıtlardır.
Birliğin Üstünü Örten Perde: Ego, Aidiyet ve Ayrışma
İlginçtir ki, hepimiz “Bir”den gelmemize rağmen, zamanla inanç sistemlerini birbirinden ayırmaya, hatta karşı karşıya getirmeye başladık. Bu ayrışmanın kökeninde, bireysel ve toplumsal egonun devreye girmesi yatıyor.
İnsan zihni kendini güvende hissetmek için bir aidiyet duygusuna ihtiyaç duyar. “Biz” ve “onlar” ayrımı doğar. “Benim dinim doğru, seninki yanlış” söylemi, çoğu zaman ilahi hakikatten değil, bu psikolojik güvende kalma ihtiyacından doğar. Dinin özü olan sevgi ve birlik, yerini çoğu zaman korkuya ve kontrol arzusuna bırakır. Ve o noktada, din bir köprü değil, duvar olur.
Oysa tüm mistik öğretiler, dinlerin özüyle temas ettiğimizde o duvarların çözüleceğini ve tekrar “Tek” olana döneceğimizi söyler.
Mevlânâ şöyle der:
“Birliktir aşkın yurdu, çoklukta kaybolur hakikat.”
Ve Kur’an’da yankılanan o yüce hatırlatma da aynı hakikati fısıldar:
“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Suresi, 16)
Bu yakınlık dışarıda aranmaz. ‘O’ hep içimizdedir. Fakat biz ‘O’nu dış dünyaya yansıyan sembollerde aradık. Ve bu arayış bizi farklı dinlere sürükledi… ama belki de tam da bu yüzden o yakınlığı hatırlamak için.
Coğrafya, Dil ve Kültür: Hakikatin Elbiseleri
Dinlerin farklılaşmasında coğrafya ve kültürel yapı da önemli bir rol oynar. Bedevî bir toplumda inen ilahi mesaj ile Himalayalar’daki bir bilgenin aldığı ilham aynı özden kaynaklanabilir. Ancak bu mesajlar farklı dillerle ve imgelerle ifade edilir.
Ateşe yakın yaşayan toplumlar için “cehennem” simgesi daha sıcak, daha korkutucudur. Oysa bereketli topraklarda yaşayanlar için “cennet” meyvelerle, nehirlerle, bollukla anılır.
İlahi olan değişmez; ama onu anlatan semboller, coğrafyaya, dile, yaşama biçimine ve iklime göre farklılık gösterir.
Sonuçta her din, aynı hakikatin farklı bir yansımasıdır. Biri altınla işlenmiştir, diğeri pamuk kadar sade… Ama hepsinin özünde aynı mesaj yatar:
Sevgi, merhamet, bağışlayıcılık ve teslimiyet.
Farklı Dinlere Yönelmek: Kayıp mı, Zenginlik mi?
Belki de farklı dinlere yönelmemiz bir bölünmüşlük değil, çok katmanlı bir zenginliktir.
Bir çiçek bahçesinde yalnızca tek bir renk çiçek olsaydı, belki de bu kadar etkilenmezdik. Dinler, insanın hakikate ulaşmak için seçtiği farklı yollardır. Kimimiz meditasyonla, kimimiz namazla, kimimiz içsel sessizlikle ‘O’ kaynağa yaklaşırız.
Önemli olan yol değil; yürüyen niyettir.
Yunus Emre’nin dediği gibi:
“Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil.”
Her Yol Bir Gün “Tek”e Varır
Farklı inanç sistemlerine yönelmemizin ardında evrensel bir niyet var:
Kaynağa Dönmek.
O kaynak, dinin adı ne olursa olsun “Tek”tir. Her şey ondan geldi, her şey ona dönecek. Ve belki de ruhsal evrimimizin en önemli noktası, bu çokluğu kucaklayarak yeniden birlik bilincine ulaşmaktır.
Dinler, sonsuz bir ışığın farklı renkleridir. Ama biz o ışığın kendisini hatırladığımızda, hangi renkten geldiğimizin önemi kalmaz.
Şimdi Sıra Sende…
Bu yazı sana ne düşündürdü?
Sence farklı dinlere yönelmek, birlikten bir sapma mı yoksa ruhsal zenginliğin kaçınılmaz bir sonucu mu?
Yorumlara bir his, bir düşünce ya da sadece bir kelime bırak…
Kim bilir, belki o kelime bir başkasının yolunu aydınlatır… 🌿
Daha fazlası ve yeni içerikler için bizi X’te (Twitter) de takip edebilirsin. Ruhuna dokunan yeni yazılar, mistik fısıltılar ve felsefi paylaşımlar seni bekliyor…
Okunması tavsiye edilen yazılar:
Ayna Yasası: Başkalarında Kendimizi Görmek
Turhan gönlüne sağlık. Farklı dinlere yönelmek, birlikten bir sapma değil, çok güzel dile getirdiğin gibi, ruhsal zenginliğin kaçınılmaz bir sonucu. Ancak duvar olarak algılayanlar çoğunlukta olmaya başlayınca, O, Yüce Olan kaynağı hatırlamak ihtiyacı arttı. (Not: Niçin tek, ondan ve ona kelimelerini küçük harfle yapmışsın, Yüce olan Tek, O’na ait şeklinde büyük harflerle yazikmamis. Meye atıfta bulunduğunu anlayamadım)
Sevgili Hilal,
Zihnimin değil, kalbimin dokunuşlarına cevap verdiğin için teşekkür ederim…
Evet, farklı dinlere yönelmek bir sapma değil; birliğin farklı aynalarda yansıması. Senin de dediğin gibi, bu çeşitlilik bir zenginliktir; ama duvar gibi algılandığında, ayrılığın illüzyonuna dönüşebilir. Ve işte tam da o noktada, “O”nu – yani Tek olanı – hatırlamak, artık bir lüks değil, zaruret haline gelir…
Notun için de ayrıca teşekkür ederim. Metinde “O”, “O’na”, “Ondan” gibi yüce varlığa ait kelimeleri küçük harflerle yazmam bilinçli bir tercih değildi, gözden kaçmış olabilir. Ancak bazı ruhsal geleneklerde — özellikle tasavvufta — “bütün ayrımlar” bile aşılır ve yazı dilinde bile tevazu hâkim olur. Yani bazen “O”yu büyük harfle yazmak, bazen küçük yazmak bile bir sembol olur: “O” zaten her şeyin içindedir, büyüklüğünü harf değil, hisseden kalp belirler… Yine de senin gibi dikkatli bir yüreğin bu noktayı fark edip nazikçe hatırlatması beni mutlu etti.
Sevgiyle,
Turhan