
Gerçek Özgürlük Kendini Bilmekle Başlar
Kendini Bilmeden Özgürlük Mümkün mü?
Kadim bilgelik geleneklerinde sorulan en büyük soru buydu: “Sen kimsin?” Ve binlerce yıl önce, Delf Tapınağı’nın girişine yalnızca iki kelime yazıldı: Kendini Bil. Bu iki kelime, dışsal özgürlük söylemlerinden çok önce, insanın ruhsal bağımsızlığına giden yolu işaret ediyordu. Çünkü gerçek özgürlük, zincirleri kırmak değil, zincirleri fark etmekle başlar. İnsanın en ağır zincirleri, kendi zihninde ve kalbinde taşıdıklarıdır: Sahte benlik, koşullanmalar, tutkular, korkular, bağlanmalar ve nefsin sesine duyulan alışkanlık. İşte bu yüzden, bir birey kendini tanımadan, hiçbir özgürlük iddiası temelden gerçek olamaz.
İçsel Ayna: Kendini Bilmenin Anlamı
Kendini bilmek, yalnızca kimlik kartındaki ad, yaş ve meslek bilgisiyle sınırlı bir farkındalık değildir. Bu bilgi yalnızca yüzeydir. Gerçek kendilik bilgisi, kişinin iç dünyasını, gölgelerini, zaaflarını ve potansiyellerini fark etmesiyle başlar. Bu yolculuk, zaman zaman acı verici ama bir o kadar da arındırıcıdır. Yunus Emre’nin dediği gibi: “Bir ben var bende benden içeri…” İşte o “içerideki ben”, dıştaki görüntünün çok ötesinde bir varlıktır. Ve işte gerçek özgürlük, o içteki benle temas kurmakla, onun sesini duymakla başlar. Kendini bilmek, içsel aynaya bakmak gibidir. Bu aynada yalnızca ışığımızı değil, gölgemizi de görürüz. İşte bu noktada insan ya kaçar ya da derinleşir. Kaçanlar zincirlerine tutunur, derinleşenler zincirlerini çözer.
Kozmosun Küçük Haritası: Ruh, Beden ve Gerçek Özgürlük
İnsan yalnızca bir beden değil, ruhsal bir cevherin beden aracılığıyla dünyaya yansımasıdır. Bu yönüyle her birimiz, kozmosun küçük bir haritası, mikrokozmosuz. Bu hakikat, yalnızca mistik öğretilerde değil; modern fizikte de yankı bulur: Atom altı düzeyde her şey enerjidir. Tasavvuf da aynı şeyi yüzyıllardır söyler: “Asıl varlık nurdur.” O halde bizler de nurdanız; ve özgürlük, bu nurla özdeşleşebildiğimiz ölçüde mümkündür.
Beden ve ruh, iki ayrı gerçeklik değil; farklı frekansta salınan aynı varlığın iki kutbudur. Bedenin varlığı, ruhun bu dünyaya dokunuşudur. Ve ölüm, bu bağın geçici olarak çözülmesidir. Ancak ruh var olmaya devam eder. Dolayısıyla özgürlük, yalnızca biyolojik bir düzlemde değil; çok daha ince, enerjetik, ruhsal düzeyde aranmalıdır.
Tasavvufta Terk ve Fenâ: Gerçek Özgürlüğe Giden Yol
Sufizm’de “terki” anlamak, gerçek özgürlüğü anlamak demektir. “Terk” kelimesiyle anlatılan, dünyayı tamamen terk etmek değil; dünyanın içinde kalırken onun üzerimizdeki hâkimiyetini terk etmektir. Gerçek özgürlük, sahip olduklarımızla değil, onların bize sahip olamamasıyla ilgilidir. Sufi için mesele, bir şeye sahip olmak değil; o şeyin sende iz bırakmamasıdır. Züht, maddi şeyleri yadsımak değil, onlara karşı duyulan hırsı ve bağlılığı terk etmektir. Bu şekilde yaşayan biri için sahip olmak, emanet almak gibidir. Gerçek özgür bir ruh, hiçbir şeye “muhtaçmış gibi” bağlanmaz. Bu tutum, hem içsel huzurun hem de ruhsal farkındalığın temelidir.
“Fenâ” ise bu yolculuğun en derin ve dönüşümsel aşamasıdır. Sahte benliğin (nefsin) aşılarak İlahi Benlik’le bütünleşme halidir. Bu noktaya yalnızca ibadetle değil; içten bir özlemle, seyr-i süluk yoluyla varılabilir. Yani kalbin gerçek yolculuğu başlar. Cüneyd el-Bağdadi’nin ifade ettiği gibi: “Fenâ, yok oluş değil; hakiki varoluştur.” Sufi, fenâya erdiğinde halktan uzaklaşmaz, tersine topluma geri döner. Bu geri dönüş, hizmete adanmış bir geri dönüştür. Çünkü gerçek özgürlük, sadece kendini kurtarmak değil; başkalarının zincirlerini çözmeye de vesile olmaktır.
Modern Dünyada Sahte Özgürlükler
Bugünün modern insanı “özgürlük” kelimesini çok kullanır ama içini nadiren doldurur. Alışveriş yapabilmek, istediğini giyebilmek, istediği yerde yaşamak… Bunlar özgürlük gibi görünür ama çoğu kez yalnızca modern kölelik biçimleridir. Çünkü insan kendi zaaflarına, arzularına, sosyal medyanın dayattığı kimliklere, reklamlara, ideolojilere boyun eğdiği sürece özgür değildir. Oysa gerçek özgürlük, özne olmaktır. Hayatın nesnesi değil, aktif yaratıcısı olmaktır. Ve bu da yalnızca kendini bilmekle mümkündür.
Tanrı’ya Giden Yol İçeriden Geçer
Kendini bilmeyen kişi, Tanrı’yı da bilemez. Çünkü Yaradan’a giden yol, dış dünyadan değil; insanın kendi içinden geçer. Kur’an’da geçen “Size şah damarınızdan daha yakınım” ifadesi, Tanrı’nın içsel varlığımıza olan yakınlığını işaret eder. Hz. Muhammed’in “Kendini bilen, Rabb’ini bilir” sözü de bunu pekiştirir. Sufilere göre Tanrı, kalpte aranır. Yunus Emre’nin “Dost’un evi gönüllerdedir” sözü; Tanrı’nın tapınaklarda değil, arınmış bir kalpte barındığını söyler. Bu da ancak kişinin kendini tanıması, benliğini dönüştürmesiyle olur.
Kutsal Vahiylerin Ortak Mesajı: Kendini Bil
Tüm dinlerin, felsefelerin ve inisiyatik öğretilerin kesiştiği bir nokta vardır: Kendini bil. Bu mesaj yalnızca bireysel kurtuluşun değil, toplumsal barışın da anahtarıdır. Çünkü kendini tanıyan, başkasına zulmetmez. Kendini bilen, gücünü başkalarını ezmekte değil; iyileştirmekte kullanır. Dünya bugün bu kadar karanlıktaysa, bunun temel nedeni insanların kendini tanımaktan uzaklaşmış olmasıdır. Nefsaniyetin, hırsın, ayrılığın, öfkenin kökeni hep budur.
İçsel Yolculukla Gelen Gerçek Özgürlük
Gerçek özgürlük, hiçbir otoritenin bize veremeyeceği bir hâl, bir varoluş düzeyidir. Bu özgürlük ne bir ülkenin vatandaşı olmakla ne de bedenin zincirlerinden kurtulmakla ilgilidir. Bu özgürlük, yalnızca ruhun zincirlerinden kurtulmasıyla mümkündür. Ve bu da “kendini bilme cehti” ile başlar. Eğer kim olduğunu, ne olmadığını, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilirsen; o zaman özgürsün. O zaman ne korkular seni yönetebilir, ne arzular, ne de başkalarının yargıları. Çünkü o vakit kendi içsel ışığında yürürsün.
Peki ya sen?
Gerçekten özgür müsün yoksa yalnızca özgür olduğunu mu sanıyorsun?
Yorumlarda bir iz bırak… Belki bir zincir daha çözülür. 🌿
Daha fazlası ve yeni içerikler için bizi X’te (Twitter) de takip edebilirsin. Ruhuna dokunan yeni yazılar, mistik fısıltılar ve felsefi paylaşımlar seni bekliyor…
Benim gerçek özgürlükten anladığım her şeyin benim istediğim gibi gittiği bir an aldığım kötü bir haberle yıkılyosam, hastalandığımda hayata bakış şeklim değişmiyorsa, imkanlarım değiştiğinde veya azaldığında hatta kaybettiğim zaman madde boyutundaki dünyevi boyuttaki yani bu şeyler beni etkilemiyorsa kendi hakikatimin, kim olduğumun, ben dediğim andaki o kudreti anlayabiliyorsam, sınırlı et kemikten oluşan bir beden değil, manevi bir enerji varlığı olduğunu idrak etmişsem işte benim için hakiki özgürlüğün anlamı budur. Özetleyecek olursam söylemek istediğim şu: Dünyadaki bütün nimet, hizmet, münasebetler, kişilerle münasebetim devam ederken bütün bunlarla bağlantıda olmak ama bağımlı olmamak. Sağlığımı mı kaybettim, ben beden değilim bana ait olan bedenim rahatsızlandı diye düşünebiliyorsam özgürüm. İflas mı ettim, ben banka hesabındaki paranın miktarı değilim diye algılayıp, paraya da diğer sahip olduğum şeyler gibi bakıp, harcayamadan kaybettim diyebiliyorsam, parayla bağlantıdayım ama paraya bağımlı değilim. Ben hesabımdaki para miktarı değilim. Ben kullandığım arabanın markası değilim. Ben giyindiğim giysi, edinmiş olduğum diploma değilim. Beni özgür yapan şey iliklerine kadar (ki yine yanlış bir ifade bedenmişim gibi konuşuyorum) manevi bir varlık / ruh/ can olduğunun farkında olmaktır. Bu bedeni emanet almış ruhsal / manevi bir varlığım. Hayat yolculuğunda olası olan hiçbir şey benim huzur, saadet, sevgi, hoşnutluk vs. mertebemi sarsaamaz bu bir polyanacılık değil, bu her şeyin gelip geçici ama ben ruhun ebedi olduğu idrakı. Dolayısıyla özgürüm.
Kıymati Hilal;
Yazdıklarını dikkatle, sindire sindire okudum… Her cümlede derin bir farkındalık ve içsel bir olgunluk vardı. Özellikle “bağlantıda olmak ama bağımlı olmamak” dediğin yer, bence tüm yazının özüydü. Ne kadar sade ama o kadar da derin bir ifade.
Gerçek özgürlük tanımını çok yerinde bir şekilde yapmışsın. Sahip olduklarımızın bizi tanımlamadığını, kaybettiklerimizin bizi eksiltmediğini, bedenin ötesinde bir varlık olduğumuzu idrak edebilmek… Evet, işte tam da burada başlıyor o içsel özgürlük. Ruhunun bu netliği ve dinginliği çok ilham verici.
Bahsettiklerin “pozitif düşünce” ya da Pollyannacılık değil; aksine hayatın gerçeğini ruhsal bir perspektiften kabul edebilmek. Zor zamanlarda bile o içsel merkezde kalabilmek… Gerçekten büyük bir içsel emek ve teslimiyet gerektiriyor. Bunu yaşayan biri olarak yazdıkların fazlasıyla kıymetli.
Katkın için yürekten teşekkür ederim. Böyle derinlikli paylaşımlar, bu sayfanın ruhunu besliyor.
Sevgiler,
Turhan